“YER BULMACASI”

(MİMARCA MEKAN ANLATIMI yazı yarışması metni..)

Sağında ve solunda ısrarla yapraklarını dökmeyen yemyeşil ağaçların uzandığı, gri kaldırımlı geniş caddeye sonbahar yağmuru ince ince yağıyordu. Güneş kendisini arada bir gösterip tekrar yok oluyordu. Elleri cebinde, hızlı hızlı yürüyen, uzun pardösülü adam, yan yana sıralanmış kırma çatılı, taş duvarlı evlerden birinin giriş kapısına yöneldi. Siyaha boyanmış üç basamaklı merdiveni bir çırpıda çıkıp yine aynı siyahlıktaki yeni görünümlü ağır kapıyı ittirerek binaya girdi. Kapının açık olacağını zaten biliyordu.

Kapı ardından ağır ağır kapanırken ahşap merdivenlerden, acelesi varmış gibi hızlı hızlı çıkmaya başladı. Giriş holü de en az dışarısı kadar soğuktu. Birinci kata çıkan merdivenlerin sonunda kendisini uzun ve geniş bir koridor karşıladı. Sıra sıra dizilmiş odaların açık kapılarından içeri sızan kış güneşi, zemindeki toprak rengi parkelerle buluşmuş ve koridora daha sıcak bir hava katmıştı. Burası, bir evden ziyade otel koridoruna benziyordu. Bu kendisine de garip geldi. Daha önce hiç böyle bir yere girmemişti.

Kapısı kapalı odaları es geçti. Açık odaların her birinin içine hızlıca göz atmaya başladı. Birincisi kilitli olduğu için baştan ikinci odaya girdi. Kahverengi kapılı bu odada ilk göze çarpan şey, yan yana ve eşit aralıklarla sıralanmış ensiz, dört pencereydi. Pencerelerin ince kayıtları, yarım daire şeklindeki bitimine doğru kıvrılıyor ve üçe ayrılıyordu. Perdeleri yoktu. Koridora nazaran daha koyu kahverengi parkeler, odanın havasını ağırlaştırıyordu. Pencerenin karşısındaki duvar boydan boya ve tavana kadar uzanmış ahşap kitaplık ile kaplıydı. Kimisi düzenli kimisi dağınık raflar ağzına kadar kitaplarla doluydu. Kitaplık ile pencere arasında kalan duvar, bir kolon çıkıntısı ile ortadan ikiye bölünmüştü. Duvarın kolonla pencere arasında kalan kısmı, eşit dikdörtgen modüllere bölünmüştü. Dikdörtgen modüller duvardan, gelişigüzel çıkıntılara sahipti. Ancak bu düzensizliğin de kendi içerisinde bir düzeni vardı.

Kütüphanelere özgü bir koku geldi burnuna. İçeri doğru bir, iki adım atıp durdu. Neredeyse odayı kaplayacak büyüklükte ahşap bir masayı ve çevresindeki sekiz sandalyeyi gördü. Anlaşılan burada bakacağı pek bir şey yoktu.

Odanın aydınlığından dolayı koridor ona şimdi karanlık geliyordu. Koridorun sonundaki pencereden gelen şiddetli ışık gözlerini acıttı. Az önceki odanın karşısındaki odaya yöneldi. Metal ve ağır oda kapısının kulpu çok soğuktu. Omzundan destek alarak kapıyı ittirdi. Kendisini ince uzun, dikdörtgen biçimli, duvarları bembeyaz boyanmış bir oda karşıladı. Dikdörtgen odanın uzun kenarları boyunca, oldukça geniş, kül rengi, kadife, dev L biçimli koltuklar boylu boyunca uzanıyordu. Koltukların arasında gelişigüzel duran siyah zigon sehpalar, buradan az önce birileri ayrılmış gibi dağınık ama yaşayan bir oda imajı yaratıyordu. Karşıdaki kısa duvarın altındaki boşlukta ise irili ufaklı odunlar özenle dizilmişti. Gözleri şömineyi aradı, fakat bu odada şömine yoktu. O halde düzgün kesimli odunlar buraya neden dizilmişti? Kapısı kapalı odaların birinde bir şömine olmalıydı. Gözlerini kırpıştırarak dikkatini yeniden aradığı şeye toplamaya çalıştı. Detayları bu denli fark edebilmek onun hem yeteneği hem de lanetiydi.

Son girdiği odanın kapısını öylece bırakarak arkasını dönüp üst kata çıkan merdivenlere yöneldi. Artık odaların kapısını kapatmak gibi küçük şeylerle oyalanmıyordu. Tam o esnada sağdaki iki küçük kapının birinden, siyah elbiseli, ensesinde sıkıca toplanmış saçlarının üzerine beyaz bandana takmış, bu evin işleri için görevli bir hizmetli görünümündeki bir kadın karşısına çıkıverdi. Hiç beklemediği bir anda bu kadınla karşılaşmak onu ürküttü. Şimdi kadın da ona şaşkın şaşkın bakıyordu.

“O nerede?” dedi uzun pardösülü adam.

Gözleri kocaman açılmış, iki eliyle beyaz, katlanmış masa örtüleri tutan kadın, gözlerini merdivenin üst basamaklarına doğru yönlendirdi. Bu onun için bir cevaptı. Ahşap merdivenleri ikişer ikişer çıktı. Merdivenin bitimindeki orta büyüklükteki sahanlıktan oldukça büyük bir karşılama odasına girdi. Burası bir fuayeyi andırıyordu. Büyük, tanımsız ve insanın üzerinde garip bir baskı kuran bomboş bir alandı bu. Burada sadece, oldukça büyük bir saksının içerisinde, incecik gövdesi ve top şeklinde budanmış sık yapraklı dallarıyla bir ağaç duruyordu. Ortamın cansızlığına zıtlık yaratmak ister gibi, binanın içinde nefes alan bir tek oymuşçasına orada tek başına duruyordu. Onun haricinde burada burayı tanımlayabilecek hiçbir şey yoktu.

Sonsuz bir boşlukmuşçasına gri ve donuk olan bu odanın bir kenarı, adeta odaya hükmeden bir duvara yaslanmıştı. Bomboş ve brüt betondan duvarda ise sadece bir tane kapı vardı. Duvar, kapının ardının bu odadan bambaşka olduğu izlenimini veriyordu. Aradığı da elbette ki bu kapının arkasındaydı. Kapıya doğru ağır adımlarla yaklaşmaya başladı. O, buradaydı. Kalbinin atışı korkudan mı, koşturmaktan mı yoksa belirsizlikten mi bilinmez, oldukça hızlanmıştı. Kapının kolunu yavaşça indirerek bu nihai kapıyı da heyecanla araladı.

Şimdiye kadar gördüğü odalardan en büyüğüydü bu. Kırma çatının koyu kahverengiye boyanmış, zengin görünümlü ahşap mertekleri bu odaya heybetli bir hava katmıştı. Sırtı ona dönük, büyük yastıklı, ahşap iskeleti görünen devasa kanepenin hemen yanında bir bar tezgâhı yer alıyordu. Altı taş kaplama, üstü mermer bu bar tezgâhının önünde altı adet bar taburesi sıralanmıştı. Kanepenin yüzü, karşı duvara yaslanmış tek kollu ahşap merdivene bakıyordu. Bu merdiven, biraz daha ileriden yukarı doğru baksa boydan boya tamamen görebileceği önü açık asma kata çıkıyordu.

Gözü, ahşap merteklere siyah kordonlarından eşit aralıklarla dizilmiş beş adet sarkıt, koni biçimindeki sade fakat çarpıcı avizelere takıldı. Bu avizeler, tarihi dokusunu daha içeri adımını atar atmaz hissettiği binanın ruhuna oldukça zıttı. Pencerelere doğru yürüdü. Yere kadar uzanan pencereler ucu bucağı görünmeyen yemyeşil bir ormana bakıyordu. Aslında bu binanın bahçe sınırı hemen pencerenin altında bitiyordu. Fakat bahçeyi ormandan ayıran yalnızca tek sıra bir çitti. Dolayısıyla ağaçların nerede başlayıp nerede bittiği hiç belli olmuyor, bu yeşil arazi sonsuzluğa uzanmışçasına ilerde dağların eteklerine kadar yol alıyordu.

“Demek buldunuz!”

Bu onun sesiydi! Defalarca duymuş olmasına rağmen yine de irkilmişti. Döndü. Oradaydı ve asma katın siyah korkuluklarının, siyah küpeştesine avuçlarını koymuş, başı hafif yukarı kalkık, alttan altta uzun pardösülü adama bakıyordu. Simsiyah takım elbisesiyle yavaş yavaş merdivenlerden inmeye başladı. Uzun pardösülü adam, vücudunun ürpermesine, ardından da sinirle titremesine engel olamıyordu. Pardösüsünün büyük ceplerinin hemen yanına düşmüş olan avuçlarını gerginlikle sıkmıştı. Bay X şimdi, merdivenin, oldukça büyütülerek vurgulanmış, içeri girenleri yukarı davet edercesine öne çıkarılmış ilk basamağındaydı ve ona küstahça denilebilecek bir tavırla bakıyordu.

“Yeter artık!” dedi uzun pardösülü adam. “Burada bitsin! Buldum işte seni! Her seferinde buldum hem de! Yeter artık, bırak beni en başa döneyim. Geldiğim yere.”

Bay X’in dudağının kenarında alaycı bir gülümseme belirdi.

“Beni şaşırttığınızı itiraf etmeliyim. Bu kez yapamayacaksınız sanmıştım, ancak siz beklediğimizden de iyisiniz.” dedi elini cebine atarken. O cepten ne çıkacağını ikisi de gayet iyi biliyordu. Derken sağ elinde, neon ışıklar saçan ve ikisinin de gözlerini kısmasına neden olan orta büyüklükteki o küre göründü.

“Hayır!” dedi uzun pardösülü adam. “Bay X, lütfen yapmayın! Gücüm kalmadı! Yeni bir tanesine daha gücüm yok, anlıyor musunuz?” Karşısındakini ikna edebilmek için sesini de cümlelerini de oldukça kibarlaştırmıştı. Sesindeki titreme ise ancak çok dikkatli bir dinleyici tarafından hissedilebilecek düzeydeydi.

“Fakat, çok başarılısınız.” dedi Bay X ve devam etti. “Sizi her seferinde baştan sonra izlediğimizi biliyorsunuz. Bu kez ipuçlarını birleştirmek, olayları çözüp buraya kadar gelebilmek hiç kolay değildi, fakat siz başardınız. Cadde üzerindeki tüm evler birbirinin aynısıydı. Boyasından çatısına, merdivenlerinden bahçesindeki ağaçların türüne ve hatta yaprak sayısına kadar. Her şey! Ama siz buna rağmen hiç tereddüt bile etmeden buraya gelip beni buldunuz.”

Uzun pardösülü adam karmakarışık duygularla bakıyordu Bay X’in yüzüne. İltifat gibi duran bu cümleler onda gizli bir memnuniyet yarattı mı bilinmez, ama vücuduna gerginlik ve korku yaydığı kesindi. Gözlerinden yeni bir maceraya daha atılmak istemediği okunabiliyordu. Tam konuşacakken Bay X, elindeki neon ışıklar saçan küreyi ikisinin ortasına doğru uzattı. İkisi de bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Uzun pardösülü adam yalvaran gözlerle bakıyordu şimdi.

“Sizin sınırlarınızı ve başka neler yapabileceğinizi merak ediyoruz.” diyen Bay X, yukarıya doğru bakan avcunu yavaş yavaş yere doğru çevirmeye başladı. Uzun pardösülü adam çaresizlikle gözlerini yumdu. Bu andan itibaren yapabileceği hiçbir şeyin olmadığını biliyordu. Küreyi elinden almaya kalkışabilir, Bay X’in üzerine atılabilir ya da bu odadan hatta bu binadan koşarak kaçmayı deneyebilirdi. Fakat bunlardan hiçbirinin olacakların önüne geçemeyeceğini çok uzun bir zaman önce öğrenmişti.

Neon küre, Bay X’in elinden ağır ağır yuvarlandı. Uzun pardösülü adamın kulakları uğuldamaya başlamıştı bile. Yorgun, mutsuz ve çaresizdi. Kürenin, Bay X’in elinden tamamen kurtulmasıyla yere çarpması bir oldu. Ortalık bir anda gözleri kör edercesine parlak bir ışıkla doldu. Zaman, mekân ve algı kavramı herkes için yerle bir olmuştu. Uzun pardösülü adam bu hisse daha önceden aşinaydı. Parlak ışık büyüdü, büyüdü, büyüdü, herkesi ve her şeyi kör edercesine yayıldı. Çok şiddetli bir fırtınanın ortasında kalmış gibi bir hisle birlikte yer altından kaydı. Gözleri acıyordu. Bir süre açamadı gözlerini.

Sonra biraz bekledi ve göz kapaklarını yavaş yavaş aralamaya çalıştı. Az önce bulunduğu iklimden, zamandan, mekândan, hatta belki de yüzyıldan bambaşka bir yerdeydi şimdi. Tek benzerlik üzerindeki uzun pardösüydü. Yılı bilmiyordu, onu birilerine sorarak öğrenmesi gerekecekti. Fakat etrafına baktığında duvarların nerede bitip, çatının nerede başladığı belli olmayan oval evler, ayakta durmasına imkân yokmuş gibi görünen binalar gördü. Az önceki zaman diliminden oldukça öteye, geleceğe gitmiş olmalıydı.

Nerede bittiği belli olmayan, yarısı bulutlara gömülü gökdelenlerinin içerisinden geçen gökyüzü köprüleri ona kendisini küçücük hissettiriyordu. Binaların ara katlarından, ağaç gövdesinden uzanmış bir dal gibi, çıkan kolların üzerinde elips şeklinde yapılar havada duruyordu. Bu formlar, geçmişten gelmiş biri için birer uçan daireye benziyordu. Çok ama çok fazla şey öğrenmesi gerekecekti uzun pardösülü adamın. Önünde karmakarışık bir yol uzanıyordu. Gücünü toplamak için kendisine oldukça yabancı gelen karmaşık bir görüntüyle dolu gökyüzüne doğru kafasını kaldırarak derin bir nefes aldı. Nefesini yavaş yavaş verirken dudaklarından şu cümle duyuldu:

“Başaracağım.”